IŞIKTAN İPLİKLER "Hayata Dokunan Hikayeler 8"

 

EŞİK BEKÇİSİ VE DEFNE…

Bir köşede oturmuş annesini gününe gelen kadınları seyrediyordu.

Bir haftadır hazırlanılan annesinin arkadaşlarını topladığı kadınlar günü  bittiğinde evdeki gerilim de son bulacaktı.

İki gün önceden evdeki bir tel gibi gerilmiş ortam onların gelmesi ve ikramlık yapılan kurabiyelerin servis edilmesiyle rahatlardı. Çünkü burası annesinin tiyatro sahnesiydi daha doğrusu küçük kıza böyle geliyordu.

Komşular gelmeden önce sahne yani evin salonu ve tüm ev parlayacak kadar temizleniyordu en sevmediği şey sabah eline tutuşturulan toz alma beziydi…

Evdeki  tüm bibloların tozunu almak vitrinin üstünde duran üçgen örtüleri aynı hizada olacak şekilde düzenlemek ve bibloların tozunu aldıktan sonra aynı hizada tutmak onun göreviydi.

Bibloların tozunu alırken onların da bir canı olup olmadığını düşünürdü her seferinde

Hep aynı şekilde aynı yöne bakmaktan sıkılmıyorlar mıydı?

O kendi adına bunun çok sıkıcı olduğunu düşünüyordu. Toz alırken bazen biblolarla konuşuyordu elinizde olsa bir gün nereye gitmek isterdiniz? Ya da evin neresinde durmak size iyi gelirdi genelde bir ses çıkmazdı…

Düzen…

Hayatlarının vazgeçilmez ve en sıkıcı parçasıydı.

Toz alma işi bittikten sonra yerler son bir kez silinir, misafirlik pasta takımları kutularında saklanan gündelik olarak kullanılmayan “misafir” çatal bıçak takımları özenle masaya dizilirdi.

Bu işler yapılırken mutfaktaki kocaman göbekli bir kadına benzeyen yuvarlak fırında sırasıyla önce poğaçalar sonra kurabiyeler en son da el açması börek pişerdi. Ev miss gibi kokardı…

Kısırın yanına konacak marullar tek tek ayıklanır, yıkanır, kurutulur naneyle birlikte servise hazır hale getirilirdi.

Bu arada annesi , ne kadar yorulduğundan, belinin koptuğundan dem vururdu … Neden bu kadar yorulup gerildiğini küçük kız anlayamazdı...

Evde düzenlenecek o kadınlar gününe kadar, sanki hayat durur ve bittikten sonra tekrar akmaya başlardı.

Misafirler tek tek gelmeye başladığında ayakkabılarını çıkarıp yanlarında getirdikleri torbalardan en süslü terliklerini çıkarıp giymeye başlarlardı

Hemen hemen hepsinin kırmızı ruju vardı ve jorjet dedikleri bir kumaştan ismine döpiyes dedikleri etek ve bluzlar giyerler ve eşlerinin ya da ailelerinin onlara taktıkları takıları birbirlerine gösterme hevesiyle parmaklarına boyunlarına takarlardı….

Hepsini sol parmağında düğünlerinde takılmış 5 taşlı büyük bir yüzük mutlaka bulunurdu ama ne tuhaftır ki bu kadar benzemelerine rağmen her teyze  farklı kokardı…

Çoğu o gün, güne gelmeden bigudiyle saçlarını sarar üstünden fırçalayarak tarar ve buklelerini sallaya sallaya salondaki yerlerini  sahnenin hazırlanmasından sonra yerini alan tiyatro sanatçıları gibi alırlardı aslında daha çok düzensiz sesler çıkaran bir koroya benziyorlardı

İlk önce gelenlere annesinin bir göz hareketiyle kolonya tutulur “Amanda ne kadar büyümüş! Maşallah kız olsun çamurdan olsun” larla kolonya sonrası şeker ikram edilirdi. Annesi  her  seferinde onun için “son turfanda mahsul “ derdi … ne demek anlayamazdı..

Sonra sorgu faslı başlardı herkes birbirine tek tek eş, çocuk, kardeşleri sorar tek tek hepsinden aynı cevap alınırdı, “ İyi Allaha şükür işte koşturmaca…”  Okullar, notlar, evde anneye yapılan yardımlar, gidilen hastaneler ve tahlil sonuçlarına kadar her şey  tek tek anlatılırdı… Konuşmanın bir yerinde “senin kızın var şanslısın oğlun varsa yandın erkek çocukları hanım köylü olur” derlerdi annesine…Hanımların ayrı bir köyü mü vardı? Erkekler evlenince o köye mi gider bir türlü anlamlandıramazdı…

Konuşurlarken herkesin mimiklerini inceler , bu konudan bahis açıldığın da yüzlerindeki endişenin güneşli havalarda gökyüzünde gezen bir bulut gibi bir anlık yüzlerindeki rahatlığı gölgelediğini hissederdi…

Kız çocuğu olanlar şanslıydı. Büyüyünce anne ve babalarına onlar bakardı…. Konuşma bu noktaya geldiğinde birden sahnedeki koro susar, seyirci koltuğunda oturan kendisine tüm koronun gözleri çevrilirdi.

Sanki o anda söyleyeceği hayat ı boyunca vereceği bir taahhüdün sözlü imzasıydı. Kafasını sallamasıyla birlikte, “Aferin!”  ler  “kız dediğin böyle olur!” lar havada uçuşurdu.

Orada verilen taahhüdün saraylardaki geçiş kapılarını bekleyen bir eşik bekçisi gibi hayat yolculuğunda yolunu keseceğini o zaman nereden bilebilirdi?

Sonra ikramlar yenmeye devam eder bir lokma daha alamayacağım diyenler in “Allah aşkına benim hatırım için” ısrarları ile tepeleme tabak doldurulur, “ vallaha bak sana ayıp olmasın diye yiyorum sonra iki gün hasta yatıyorum” derlerdi.

Jorjet elbiseli, kırmızı rujlu  saçları bukleli kokusu farklı  kadınlar korosu…

Ayıp olmaması, hayatlarındaki en önemli şeydi kızın kulağında sürekli  bu cümle  çınlıyordu. Mutfağa tabak bırakma bahanesi ile giderler iki arada bir derede çocuklar görünmez olduğu için yanlarında içeride olanları çekiştirirlerdi. “O elbise Melahat’e hiç yakışmamış” “Duydun mu bilmem kimin kocası bilmem kimin karısıyla görülmüş!”  “Bu poğaçalar da taş gibi kafana at yarılır ama şimdi söylesek yemesek ayıp olur ” mutfak kulisti…Tiyatro sahnesine çıkarken sahte gülücüklü yüzler takınılır her şey olması gerektiği haline bürünürdü… Sonra az önce onlar mutfakta başka şeyler konuşmamış gibi kaldıkları yerden devam ederlerdi…. Yargıladıkları onların cemaatine uymayan birileri vardı, eğer kendileri gelinse kayınvalideleri,  oğulları varsa gelinleri ve aynı nakarat tekrar başlardı  “Ay o kadını hiç sevmiyorum ama şimdi benim günüme gelmişti gitmesen ayıp olur”. “O evine gittiğimizde bize 3 tuzlu üç tatlı kurabiye ikram etmişti şimdi yapmasan ayıp olur. “ Sanki bütün hayat bundan ibaretmiş gibi konuşurlardı küçük kız en çok buna şaşardı…

Tüm bunları düşünürken balkonundaki saksıya ektiği defneyi suluyordu. Pencere önündeki defne, şimdi neden gidip 40 yıl önceki çocukluğunu hatırlatıyordu düşündü bulamadı…

Telefon çaldı telaşla açtı çocukluk  arkadaşı arıyordu.  Pet çekimine gitmişti göğsünde bir kitle bulmuşlardı sonuçlarını almıştı. Göğsünün tekini önümüzdeki hafta ameliyatla alacaklardı. Doktor, “lenflere sıçramasını riske edemeyiz “demişti. “Ben hiç yaşayamacak mıyım?”diye ağlıyordu. Tek çocuktu üniversiteyi bitirdikten sonra annesinin babasının yanına taşınmıştı. Abisi evlenip evden ayrılmış Hanım köylü olmuştu bu normaldi! Ama birisinin onlara bakması gerekiyordu.  Anne ve babaya bakma görevi ona kalmıştı. İstese yurtdışına çıkabilirdi bir Alman üniversitesinden burs kazanmıştı … O çıkmamayı seçmişti.  Yaşlılardı, zor zamanlarında hastalansalar ondan başka bakacak kimse olmazdı böyle böyle karşısına çıkan ilişki fırsatlarından da vazgeçmişti…Yaşamadığı,  başkalarını beslediği hayat şimdi  göğsünün birini geri istiyordu ondan.. Oysa yaşı 40 ı geçmesine rağmen gelinlik giyme hayalinden vazgeçmemişti. “Ben hiç yaşayamayacak mıyım? arkadaşının sesi kulaklarında yankılandı telefonu kapatırken …

 Çöktü kaldı olduğu yere  annesinin günlerinde arkadaşıyla oynadıkları oyunlar geldi aklına,önce misafirliğe gelen teyzelerin terliklerini çalar sonra onların rollerine girerek taklitlerini yaparak konuşurlardı .”Bundan ye kardeşim vallahi yemezsen ayıp olur!”

“Teyzecim yüzükleriniz elinizi öperken burnumu cizdi olsun öp evladım öp öpmezsen ayıp olur”diyerek biri diğerinin burnuna elini sokardı sonra katılırcasına gülerlerdi....

İlk ergenliğe girdiklerinde  erkek arkadaşlarının olmasına engel olan etek boyuna karışan, hatta gidecekleri okulun bile hangisi olacağına karar veren “el-alem denen müessesenin” bu ayıp olmasından çok korkulan teyzeler olduğunu anlayacaklardı. ..

Telefonuna  düşen plink eden mesaj sesi onu kendine getirdi. Başka bir  arkadaşı beraber aldıkları defnenin fotoğrafını göndermişti. Yeni ay da hayatlarına yeni bir başlangıç yapmak için bir ritüele katılmışlardı defneler o ritüelde barışı ve birliği topraklayıp büyütme niyetiyle dağıtılmıştı.

Kızın fotoğrafı gönderen arkadaşı da defneleri babasının ve anneannesinin mezarlarında ayak uçlarına dikmişti Defne sürgün veriyordu… Mezarlığa ziyarete gittiğinde fotoğrafını çekip ona göndermişti “bak yeni bir hayat başlıyor!” yazmıştı altına…

Gözlerinden yaşlar akmaya başladı Ağladığı şey; hayatın muazzam dengesiydi….

Mezarlıkta arkadaşının atalarının ayak ucunda sürgün veren defne ona  Kutsal Maya İnancı Kitab’ında “Tohumun” neden Mayalar için kutsal olduğunu anlatan bir yazıyı hatırlatmıştı  Toprağa ekildiğinde onu koruyan kılıfı içinden çıkıyor toprağı delerek başını göğe çıkardığında yeni bir kimlikle tekrar doğmuş oluyordu. Güneş, hava, su, toprak ona yepyeni bir biçim veriyordu… Artık o toprağa ekilen tohum değildi. Mayalar kamil insanı tohumla betimliyordu.

Hepimiz dünyaya geldiğimiz de ailemizin yakın çevremizin ve toplumun görüşlerinden oluşan o kılıflarla yaşıyoruz diye düşündü  “ayıp olmasınlarla! ne derlerle! “ kendimiz olmayı seçmezsek toprağın altında tohumlarımızı çürütüyorduk, onların kalıplarına ölüp, kurban rolüne girmeden olanı olan haliyle görüp  kendi iç barışınla tekrar doğmak vardı…

Tekrar telefon çaldı arayan annesiydi bugün hastane randevusu vardı onu hastaneye götürebilir mi diye soruyordu. “Sana birisi eşlik edebilir mi anne?” dedi karşıdan ses gelmedi çünkü bu cevaba alışık değildi. “ Benim bugün mühim bir işim var. “

Balkona yürüdü defnenin saksısını aldı. “Hadi gel canım!” dedi “bugün sana rahatça yaşayıp kök salacağın bir yer bulalım”

En önemli barış insanın kendi içindeki değil miydi?

Yapmaktan mutlu oldukları ile  mecbur hissettikleri arasında…”Eşik bekçi” liği görevini bazen toplumun kuralları bazen duygusal manipülasyonlar bazen kendine taktığın maskeler üstleniyor ve seni olduğun yere hapsediyordu…

Defneyi hayatında nerede durduğunu hatırlatması için evinden görünen bahçe kapısının eşiğine dikecekti…

Şehime Gül Gözen

Mayıs 2018