Buradasınız
GİZLENEN GÜZELLİK
Küçükken kafama kazınmış hafızamdaki en güzel anılar hep insanları dışarıdan izlemeye dair olanlar…
İnsanların mimiklerini konuşmalarını jestlerini izlerdim… Annemin arkadaş toplantıların da , otobüs de, sokak da, bizim zamanımızda cafe yerine pastahane vardı oralar da… Birbirleriyle konuşurken nasıl davranıyorlar? Neyi kapatmaya çalışıyorlar, ellerini konuşurken nasıl kullanıyorlar? Sesleri ne zaman alçalıyor?, ne zaman yükseliyor? Kimileri dışarıda abartılı davranırken kimleri kendi kabuğuna çekilmiş dış dünyayı pek de umursamıyormuş gibi davranırdı, en çok ilgimi çeken kol saatleriydi… Saatlerin kadranı küçük olanların hayatı daha kalıplı ve kurallı yaşadıklarını düşünürdüm. Çok geniş olanların kendisini ve yaşadığı hayatı göstermeye meraklı olduklarını, en sevdiklerim ise saat takmayanlardı. Onlar hayatı zaten takmıyorlardı kendilerine göre bir sistemleri vardı Davranışlarının yanı sıra kıyafetlerine ayakkabılarına bakar onlar için hayalimde yaşam hikayelerini anlatan senaryolar yazardım….
İnsanların saatleriyle hayatlarını birleştirme merakım sonraları karanlıkta parlayan ev ışıkları ve ev hallerini yorumlamaya onları hikayeleştirmeye döndü… Yatılı okuyordum ve bir mutfak penceresinin lambası yandığın da içime ev hasretiyle birlikte, o ailenin sofranın çevresinde konuştuklarının, yemekte paylaştıklarının hikayeleri düşerdi aklıma …Beyaz florasan kullananların gölgeleri sevmedikleri için net yalın ama bir o kadar da makine gibi detaylara ve duygulara takılmadan yaşadıklarını keşfettim, beyaz spot ışığı kullananlar hayatında görselliğe önem veren, gösterme meraklısıydılar, sarı ışık kullananlar daha natürel ve duygusaldı. Beyaz ışık neredeyse yarattığı keskinlik nedeniyle insanın canın acıtıyorken sarı ışık yumuşak tonlarla gölgeli geçişler sağlıyor ve insanı sarıp sarmalıyordu.
Bu merak gitgide “kullandıkları giysileri objeleri ve ışığı değiştirseler kendi hayatlarını da değiştirebilirler mi?” sorusuna dönüştü…
Okullar da genelde gruplaşmalar olur. Bir tane her şeyi bildiğini savunan lider vardır bir de onun avaneleri. Öbür tarafta da kendini yetersiz hissettikleri için kendilerini geri planda tutanlar… Ben kendimi lider konumunda görmüyordum ama avane olmaya da tahammülüm yoktu doğrusu! Öte yandan kendini geri planda tuttuğunu düşündüğüm arkadaşlarımla ortak yönlerimiz vardı…Biri gelip içimdekini ortaya çıkarmama sebep olmadan kendi değerlerime ve güzelliğime inanmamayı seçtim. Çünkü görülecek bir şey olsa zaten etrafımdaki insanlar bunu görürdü!
Sonra bu ilgi aşırı öfke ve gerilim yaratan arkadaşlarıma kaydı. Bağırıyorlardı ,sinirleniyorlardı,çünkü görülüp duyulmuyorlardı ya da ben öyle sanıyordum. Aslında belki de yaşadıkları olaylardan kendilerinden uzağa düşmüşlerdi ve sanki öfkeyle o kaybettikleri parçalarını, ait oldukları yeri arıyorlardı… En son kendi kendilerine paye vererek, birazcık burun havada hafif kibirle dolaşanların içindeki çocuğu görebildim. Kendilerini sırçadan bir kaleye kapatmış etraflarına ukalalıktan surlar çekmişlerdi ve sanırım en çok canı yanan, en yalnız hisseden ve korktukça bu tavra sarılan da onlardı.
“Keşke” derdim “keşke hepsi hayatından bir müddet uzaklaşabilse ve kendilerini benim durduğum yerden görebilse…Ne kadar güzel olduklarını fark edebilse… Başka biri olmak yerine kendisi olma cesaretini gösterebilse…” O zaman içlerindeki o gizli güzellik dışarıya çıkacak ve kendi zannettikleri insan olmadıklarını görecekler. Abartıya, korkuya, savunmaya, ihtiyaçları olmadığını görecekler ve hepsi için kendilerini fark ettikleri yeni bir senaryo yazardım. Böylece günler aylar aylar yılları kovaladı. Taa ki bir gün koçluk sorusu olarak “küçükken en çok neyi yapmayı severdin?” le karşılaşana kadar. “İnsanların yaşamlarını tekrar tasarlardım farkında değillermiş gibi davrandıkları güzelliklerini ortaya çıkarmalarını sağlardım” dedim. ..
Zaman için de başkası için ne istiyorsam ve ne söylüyorsam esasında kendim için de isteyip söylediğimi fark ettim. Yani aslında tanımladığım her insan tipi bana ait bir veçheydi...
Şimdi hepsini gülümseyerek hatırlıyorum .Dışarıdan bakınca hepsi aslında hayalden yel değirmenlerine karşı kendini savunan Don Quijote’lara benziyorlardı, benziyordum. Bir şeyin içindeyken kendini ve hayatını görmen mümkün değil, anlamlandırırken yaşadıklarını fazla abartmak mümkün biraz uzaklaşmak gerekiyor muş…
Önce kendi saatimi kendi evimin ışığını, kendi tavrımın farkına varıp dönüştürerek işe başladım. Dışarıda belirli bir kalıpta gördüğüm insanların daha güzel olmaya ihtiyacı yoktu! yargılanmadan oldukları gibi görülmeye ve koşulsuz sevgiyle karşılanmaya ihtiyaçları vardı tıpkı benim gibi! Gizli güzelliğin formlarla ilgisi olmadığını ancak kendimi olduğum halimle koşulsuz sevebildiğim de dışarıya yansıyan formların da değiştiğini kalıpların kırıldığını anladım.
Böyle olduğun da düzelecek bir şey kalmıyordu… Savunmayı gerektirecek kalıplar, yapmak istediğimizle kendimiz arasındaki engeller ortadan kalkıyordu. Kabuk kırılıyordu ve ortaya eşsiz bir güzellik çıkıyordu…
En çok da bu ikiliğin içinde gizlenen bütüne ait güzelliği seviyorum;)
Hepimizin hediyesi kendi Can’ı , olduğu haliyle, hiç bir şeye feda etmeden, kurban etmeden, çevresini ve öncellikle kendisini YARGILAMADAN içinde barındırdığı güzelliği yaşayabilmesi, kendini içinden geldiği gibi ifade edebilmesi…
Sizi kendiniz de hangi güzelliği seviyorsunuz? Çevrenize baktığınız da en çok ne görüyorsunuz? Neler de kendinizi buluyorsunuz? Neleri yargılayıp uzaklaşıyorsunuz? Ya korkacak bir şey olmasaydı???