Buradasınız
Küçükken insanları izlemeye bayılırdım. Herkes kendi kafasındaki seslere dalmış kendi dünyasında kaybolmuşken ,sessizce onları seyredip hikayelerini tahmin etmeye çalışırdım. O kendilerini unutmuş hallerine de içten içe üzülürdüm. Kendi dünyalarında kaybolup dışarıyı duyup göremeyişleri beni üzerdi. Oysa ki dünya bana göre masalın ta kendisiydi. Kuma yüzüstü yatıp kulağımı kuma dayar ve Toprak Ana’nın kalbinin attığını duyardım. Her balık, her kuş, her ağaç benimle konuşuyormuş gibi gelirdi. Ay ve yıldızlar da öyle…
İçimden her şeyin bizimle iletişimde olduğu bu dünyada büyüklerin bu sesleri duymamalarına hayret eder aynı zamanda parçası oldukları güzelliklerin farkında olamamalarına üzülürdüm. Üstlerinde tül bir perde varmış, onun altında daha durgun ve dalgın duruyorlarmış, perde kalkınca sanki kendilerini ve bu harika dünyayı yeniden hatırlayacaklarmış gibi gelirdi bana.
Bir de dilencileri merak ederdim. Bana göre onları diğerlerinden ayıran tek fark giyimleriydi… Hırpani giyinirler çoğu zaman kollarını bacaklarını saklayarak, ya da hastaymış gibi yaparak yardım edilecek miktarı çoğaltmaya çalıştıklarını hissederdim . Gerçekten ihtiyaç duyarak isteyenleri kast etmiyorum onlar bir şey demezlerdi gözleri anlatırdı…
Çocuk aklımla, kıyafet harici bir fark yokken niye biri, dilenci konumunda diğerinden para ister anlayamazdım. Parayı aldıktan sonra da tablasına atılan miktara bakıp ağzının ucuyla gülümsediğini görür ve içlerinden şu cümlelerin geçtiğine yemin edebilirdim; ya “Bu da yedi!” ya da “ bu da ne be! vere vere bunu mu verdi?” …
Para verenlerin iç sesi de bana göre şöyleydi; “Şu parayı vereyim de başımın gözümün sadakası olsun” ya da “vereyim de dönsün dolansın benim hayrıma beni bulsun” bazılarında o parayı verirken tuhaf bir böbürlenme hisseder bundan rahatsız olurdum. Elimizdekini paylaşmak mutluluk vericiydi, paylaştıkça mutlu hissederdim ancak bu veriş alış dengesinde beni içeriden rahatsız eden şey gönülden gelmeden olması ve içten yapılmamasıydı sanırım…
Dünya aslında renkli bir tiyatro sahnesine benziyordu, sahnenin görünenden daha kalabalık olduğunu düşünüyordum… Her insanın içinde en az iki ses olduğunu ve onların da ayrı kimlikleri olduğunu hayal ederdim. ..
Sonra büyüdüm, bu seslerin çoğunu ve gördüklerimi kendi gürültümde unuttum …
Kafamda kendi yarattığım endişelerle bir gün yolda yürürken yanıma bir dilenci yaklaştı ;
Para ver” diye beni dürttü.
Yardım istendiğinde genelde sezgimi dinlerim. İhtiyacı olanla paylaşmaktan yanayım hep. Bu sefer düşünmeden elimi cüzdanıma attım ve adamın dudak kenarındaki gülümsemesini gördüm. O tek çizgi beni çocukluk anılarıma götürdü. Dikkatlice onu süzdüm 50-55 yaşlarında sağlıklı gözüken bir adamdı. Sadece kıyafetleri çok yıpranmıştı. Saçları birbirine karışmış ve sakalı biraz uzamıştı.
-“Neden dileniyorsun?” dedim .
-“Sendekine ihtiyacım var” dedi,
-“Emin misin? Sağlıklı birine benziyorsun neden bendekine ihtiyacın var?”
Yüzündeki ifade duyduğundan ve gördüğünden hoşnut olmayan bir hal aldı. Sanki onunla konuşup çantama elimi atana kadar uykudaymışım da sonra bir şey olmuş uyanmışım gibi şaşkınlıkla bana bakıyordu. Kafasını iki yana salladı ve başka birine doğru yöneldi
Hiçbir şey nedensiz gelmez, bu dilenci bana niye geldi diye düşündüm?
Bende olmadığını düşündüğüm, bedelsiz başkalarından almak istediğim ne vardı? Kendi değerlerimi biliyor muydum? Ben de olan şeylere sahip çıkıyor muydum? Yoksa var olanı görmeyip dışarıdan gelecek olanlara mı ümit bağlıyordum? Bağımlı olduğum ilişkilerim var mıydı ya da benimle bağımlı ilişki kurmaya çalışan kimlerdi? Onay almak adına başkalarına yardım ederken kendime yeterince yer ayırmıyor muydum?
Sahi dilenci gelmeden az önce ben neden kaygı duyuyordum?…
Yanımda birden beliriveren küçüklük hayalime gülümsedim. İşte benim renkli dünyam bir dilencinin peşi sıra bana geri gelmişti. Her şey konuşuyordu. Yeter ki tül perdeyi aralayayım. Kara gözlü kıvırcık saçlı küçük kız bana göz kırpıyordu, bakın! buna da yemin edebilirdim;)