IŞIKTAN İPLİKLER "Hayata Dokunan Hikayeler 2"

“İçinde anlatılmamış bir hikaye taşımaktan daha büyük bir eziyet yoktur “ Maya Angelou

Hayatımızın her anında bir seçim yaparız kim olduğumuzu bu seçimler belirler...

Aynı sabah yıldızına bakarak ettiğimiz niyet de saklıdır yaşamımız… İlmek ilmek örmeyi dokumayı birbirine ekleyip yaşamları, her vazgeçişte sökmeyi bildiklerimiz de…

Cebimde biriken kadın hikayelerinden iki kadının yaşamayı seçtikleri hayata dair hikayelerini derledim. 

Niyetim bu hikayelerin bir gün bir radyo programında can bulması ve başka hikayelerle birlikte ışıktan ipliklerle  dokunmasıdır.  

Bugün bayram…

Kurban olunmayan ve kurban edilmeyen seçme hakkımızın hep olduğunu hatırladığımız bir bayram olmasını dilerim.

 

SEÇİM

Ne zaman kurban bayramı gelse ve üstü kınalanmış boynuzlarına bilezikler takılmış bir koç görse kendi gelinliği gelirdi aklına… Daha çocuk denecek yaşta gelin olmuştu…

Onu da bileziklerle süslemiş ellerini kınalamışlardı evlenmeden önce..  Aslında hep öğretmen olmak istemişti…

Ortaokulu bitirdikten sonra Manisa’daki muallim mektebine girmeye hak kazanmıştı…Yatılı okuyacaktı Manisa’da. Kazandığını duyunca çok sevinmişti sevinmesine de aklı aşık olduğu mahallelerindeki o gök gözlü oğlandaydı…  Onun mavi gözlerine hayran olmuştu tıpkı mahalledeki diğer kızlar gibi. Oğlanın da onda gözü vardı … Yaşça ondan büyüktü... o okula  giderken oğlanda babasıyla birlikte manifaturacı dükkanlarının yolunu tutardı sabahları… Yarı utangaç yarı birbirlerini görmenin verdiği heyecanla selamlaşırlardı…Diğer genç kızların da oğlanda gözü vardı ve o bunun farkındaydı…İyi bir aileden geliyordu gözleri gök mavisiydi, kendisi de adı da Nadir’di…Akşamüstleri okul çıkışında babasından aldığı arabayla  okul çıkışını bekler eve gidene kadar onu takip ederdi… Bu takipleri zaman içinde yerini okul çıkışındaki buluşmalara bıraktı. Annesi çevreden gelen laflardan rahatsız olup bir gün çekti kızını kenara, “Artık sözlenmeniz gerekir” dedi “el alem sizi konuşuyor!” Kız buna can atıyordu ama oğlan o öğretmen okuluna gittiğinde ne olur bilemediği için yanaşmıyordu.

Aklında sevdiğinin gözleri öğretmen okulunun yolunu tuttu.

Bir de içindeki sesi susturabilse; ya o dönmeden sevdiğini başkaları alırsa!.. Ya onu beklemezse!... ya aklı başkasına kayıverirse…  Sevmişlerdi bir kere birbirlerini –sevmemiş olsa arabayla onu almaya gelir miydi?-neden sözlenmediklerini ve neden onu beklemekten çekindiğini anlayamıyordu…

Bir akşam günün batan ışıklarını yatakhaneden seyrederken gözlerinde yaşlar ansızın bu hasrete dayanamayacağına karar verdi. Yatakhanedeki ranza komşusu Fatma o sırada diğer yatakhane arkadaşlarına aşık olduğu komşu oğlunun o,  öğretmen okuluna geldikten sonra başka bir kızla nişanlandığını anlatıyordu… İşte o an karar verdi; akşam yemekten sonra etüde girmeden memleketine dönmek için okuldan kaçacaktı. Son tren saat 9’daydı. Kapıda nöbetçi olan arkadaşlarını ayarladı onun yerine etütde imza atacak olanları da…Çantasını hazırladı cebinde babasının eve dönene kadar 3 haftalık verdiği harçlıktan vardı. Trene binip evine dönmeye ve Nadir’in  kapısını çalmaya karar verdi. “Ben geldim!” diyecekti “sensiz yapamadım. O mavi gözler uyutmadı beni!”…Sonra babasına gidip nikahlanacaklarını söylerler babası onu nasıl olsa affederdi. Çantasını hazırlarken kalbi heyecandan kulaklarından çıkmak üzereydi…

Aynen düşündüğü gibi oldu her şey…. Babası dönmesine çok üzülmüştü; kendi annesi okumadığı için  babasının elinden çok zulüm görmüştü kızı okusun, kendi hayatına sahip çıksın istemişti… “E ne yapalım?” dedi Hamit bey “Kızım sevdalanmış bir kere, gençler birbirini sevmiş” hem oğlanın işi de fena değildi manifaturacıydı, aileden gelen mal varlıkları vardı… Çocukları olur o da dünya gözüyle torunlarını görür geçinir giderlerdi…

Evlilik planları uymuştu uymasına da evlilik hayalleri gerçek hayatta umduğu gibi gerçekleşmedi… Nadir eve geç geliyor “arkadaşlar çağırdı, geri çeviremedim” diyor dükkanda kazandıklarını arkadaşlarıyla içki masasında harcıyordu. Nasıl başladıysalar bu bayram sabahına gelene kadar 37 yıl boyunca öyle gitti.

 18 yaşındaydı evlendiğinde. O kınalı kuzu gibi anasının kuzusu, babasının biricik kızıydı…Şimdi onun torunları vardı… Eşi eve geç gelir ama ne isterse alırdı. Her gelişinde elinde bir kolye ya da bileklik olur bayramlarda elbise diktirir ayakkabılarına varasıya beğenip getirirdi. Bunlar aralarındaki aşılamaz duvarları aşmaya yetmiyordu… Gelen her hediyeyle eşinin bir  kefaret ödediğini fark etti. Aralarındaki duvar kalınlaştıkça birlikte oldukları zamanlar da sınırlanmaya başladı. Aşk 37 yıl önce de kalmıştı sevgiyle çoğaltmak mümkün olmamıştı…Evlenirken özenerek yaptırdıkları ve hala kullanmaya devam ettikleri papatyalı perdelerinin birlikte oldukları zamanlarda sıkıntıdan çiçeklerini sayardı. Yukarıdan aşağıya 36 sağdan sola perdenin üstünde 32 papatya vardı… Hayat bu çiçekler arasındaki geliş gidişlerden ibaretti…

İlk ekonomik sıkıntıları başladığında manifaturacı dükkanının bir sürü borcu olduğunu öğrendi. Elektrikler kesildiğinde de elektrik parasının neredeyse üç aydır ödenmediğini. Nereye yatırılacağını bilmiyordu faturanın komşusuna sormaya utandı köşedeki bakkala sordu ilk veznenin yerini o gösterdi... Babasından utana sıkıla borç istedi faturayı ödemek için. Babası kızının sıkıntısını görünce, “keşke o trenle eve geldiğinde seni zorla okuluna geri götürseydim” dedi.  Utandı, kızardı, yaptığı seçime ve içine düştüğü duruma içinden lanet okudu… Neden tüm olumsuzluklar onu bulmuştu? Başkalarının güle oynaya geçirdiği yılları o hep yaşadıklarını yutarak dışarıya mutluyu oynayıp her gece ona reva görülen bu hayata söverek geçirdi…

 

 

Evlendikten sonraki 3 yıl içinde iki kızları olmuştu… Onların okumaları için elinden geleni yapmıştı, kendi yaptığı hataları onlar yapsın istemiyordu. O yüzden hayatını onlara feda ettiğini düşünüyordu. Ona göre başka çıkış yolu yoktu.  Onlar da kurban olsunlar istemiyordu…Mutsuzdu evliliğin içinden çıkamıyordu…

Sabah ezanı okuyordu… Uykusuz gecenin ardından Yeni bir bayram sabahı dedi içinden  yeni umutlar… Az sonra bahçede bağlı duran koyunu kesmeye geleceklerdi. O yine gözlerini kapatacak ve mutfak perdesindeki çiçekleri tıpkı Nadir’le birlikte olduğu zamanlarda yaptığı gibi  saymaya devam edecekti ki dışarıdan gelen besmeleyle birlikte o canım hayvanın debelenme sesini duymasın. Kaç kere itiraz etmek istemişti boğazına yumru düğümlenmiş yine de yutmuştu. Söylese de onu kim dinlerdi ki?...gökyüzünde parlayan sabah yıldızına baktı. Öylece  hiçbir şeye ihtiyaç duymadan tek başına parlıyordu… Onun gibi olabilmeyi diledi içinden, tek başına ayakta durmayı ve kendi ışığıyla parlamayı… Ondan, hayatını değiştirebilmek için biraz cesaret ve umut istedi…

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Bayram sabahı ezan sesini  duyup uyandı…Gökyüzünde bir mücevher gibi asılı duran sabah yıldızını selamladı “Yine ordasın çok şükür!”dedi… Yılların verdiği alışkanlıkla kahvaltıyı hazırlamaya başladı Evin erkekleri sabah namazına gider evi bir bayram telaşı sarar sofa süpürülür yeni yıkanıp ütülenmiş divan örtüleri daha da gergin dursun diye yeniden düzenlenir, evin her yeri beyaz sabun kokardı…

Gözü masanın üstünde duran dikiş makinasına takıldı…Sevgiyle okşadı arkadaşını…Hayatı en çok onunla paylaşmıştı…Kesmiş, biçmiş, dikmiş, evini onunla geçindirmiş, ilk arabasını onunla almış, çocuklarını onunla okutmuştu. Masanın üstünde Yardımsevenler Derneği’nde satılacak yastıklar, bayramda ev ziyaretine gidilip evinde hastası, yaşlısı olana verilecek paketler  vardı…

Arka odaya gidip hala eşi uyuyor mu? diye baktı. Çayı ateşe koydu … Eşi rahatsızlanınca eve bağımlı yaşamak zorunda kalmıştı…

 5 çocuklu bir ailenin en büyük kızıydı. Çok zekiydi, ilkokul öğretmeni okutulmasında ısrar etmişti ilkokulda tüm Rus yazarların  klasik eserleini ona getirip vermiş, o da evdeki gaz lambasında çoğunu bitirmişti. Annesine evi temizlemekte yardım ederdi babası berberdi. İlçede bulunan kız enstitüsüne gitmeyi çok istemişti ancak ailesi ekonomik koşulları el vermediği için  gönderememişti. O da bulundukları ilçeye gelen Köy Gezici Dikiş kursuna yazılmıştı.  Gelen öğretmenden iki yıl dikiş dersi almıştı… Sert bir öğretmendi ama onun yolu izi olmayan bu ilçeye tek başına gelmesi ve tüm bildiklerini büyük bir titizlik ve özveriyle onlara öğretmesi  çocuk yaşında onu mutlu etmişti…Kursa giderken doğru söylemek gerekirse işin biraz dalgasındaydı… Ama o öğretmeni görünce annesine ve tanıdığı diğer kadınlara ait kafasındaki imaj değişmişti. Demek ki kadınlar çalışabilir istedikleri gibi bir hayat kurabilirdi… Şimdi düşününce, bu kurs tüm hayatını şekillendiren temel bir taştı…Orada dikişin yanı sıra ev ekonomisi, çocuk bakımı, sofra adabı öğrenmişti…Henüz 14 yaşındaydı o kursa gittiğinde… O an aldığı kursun ne işe yaradığını bilmese de, sonra  “Hayatta dik durmamı o öğretmen, o kurs sağladı” diyecekti…

Evlendiğinde 17’ydi.. Babası ilkokul öğretmenini dinlemeyip eksilen bir boğaz bir boğazdır diye düşünerek kızını evlendirmişti.  7 kişilik kendi evinden çıkıp üç hanenin birlikte yaşadığı hayvancılıkla uğraşan bir aileye gelin gitmişti.

Yemek yapmayı bilmiyordu evlendiğinde… Kayınvalidesi evlendiğinin ertesi günü onu mutfağa sokmuştu… 3 kalabalık aileye 4 çeşit yemek pişiyordu her akşam... Eli çok pratikti hemen kavrayıverdi…

Evlenirken babasından sadece evde duran dikiş makinesini istemişti babası “arkadan yetişen daha iki kızım var onlara da lazım sana veremem” dedi.

 

O da evlendikten bir süre sonra eşinden rica etti. Eşi bankada memurdu. Eşi de kendi babasına söyleyip izin aldı.  Dikiş makinasını almaya eşi, kayınpederi ve kayın biraderi beraber gittiler. Kadın merakla nasıl bir makinayla döneceklerini bekliyordu. Döndüklerinde ellerinde Singer’in ilk elektrikli makinalarından biri vardı. Kayınpederi dikiş makinasını gelinine erirken, “artık eşine çalışır sen de katkıda bulunursun.” Dedi. Kadının istediği de buydu kendi ayaklarının üstünde durmak!

Bunları düşünürken birden gözleri yaşlandı; aklına mübadele döneminde Rumeli’den göçüp Ege’deki bu küçük kıyı kasabasına yerleşen anneannesi ile dedesi  geldi. Her şeylerini orada bırakıp gelmişlerdi. Boşnaklardı…Hep içlerinde topraklarına geri dönme ümidi vardı. Dedesi erken yaşta vefat edince burada kalmışlar ve çok yokluk çekmişlerdi… iki çocuğunu anneannesi dedesinden kalan savaş madalyalarını satarak tek başına geçindirmeye çalışmıştı… Evlendikten sonra torununu her gördüğün de “bana meysu getirdin mi kuzum?” diye sorardı. Meysu Boşnakça da  ete verilen isimdi.  Her sorduğunda utanır sıkılır evin tüm yemeğini yapmasına rağmen kayınvalidesinden izin almadan bir yere gidemez istediği şeyi alamazdı…. Kayınvalidesi de kadının kendi ailesine o evden bir şey götürmesini istemezdi. Ancak bir torba lokum ya da bir kutu şeker götürebilirdi. Anneannesi onun elinin ekmek tuttuğu günleri görememişti.

Gözlerindeki yaşları aceleyle sildi kahvaltıdan önce verilecek yardım paketlerini arabaya taşıdı. “Meysu getiremedim anneanne ama şimdi çocuklara bayramlık götürüyorum” diye kendi kendine sayıkladı. Tüm paketleri arkaya doldurduktan sonra ön koltuğa yanına, içinde  kendi yaptığı bir kavanoz ev yapımı çilek reçeliyle elleriyle diktiği bir elbiseyi özenle paketlediği torbayı koydu. Bugün bayramdı  çok yaşlanan dikiş hocasına da  ziyarete  gidecekti; gözleri artık görmese de o dokunarak,  ona diktiği elbiseden hangi öğrencisi olduğunu anlardı…Arabaya bindirip onu her gezdirişinde “Oh!” derdi öğretmeni, “İçim rahat. Benim en güzel eserim sizsiniz, boşuna yaşamamışım. Çok şükür!”…

Şehime Gül Gözen

1 Eylül 2017